AİLE BAĞLARI |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karincaya bir yillik yiyeceginin
miktarini sorar. Karinca da,
- "Bir bugday tanesi yerim" diye cevap verir.
Cevabin dogru olup olmadigini kontrol etmek isteyen Süleyman
Peygamber (a.s) karincayi bir siseye koyar. Yanina da bir bugday tanesi
koyarak hava alacak sekilde siseyi kapatir. Ondan sonra da bir yil
bekler.
Müddeti dolunca siseyi açtiginda bir de bakar ki karinca bugday
tanesinin yarisini yemis, yarisini da birakmistir. Kendi kendine
meraklanir.
Acaba neden yemedi?
Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karincaya bugday tanesini
tamamen neden yemedigini sorar.
Karinca da, "Daha önce benim yiyecegimi yüce Allah(c.c) verirdi.
Ben de O' na güvenerek bir bugday tanesini tamam olarak yerdim.
Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu isi sen
üzerine alinca dogrusu nihayet bu aciz bir insandir diye sana pek
güvenemedim.
Belki beni unutup yiyecegimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir
yillik yiyecegimin yarisini yiyerek,diger yarisini da ertesi yila
biraktim" diye cevap verdi.
Yüce Allah (c.c) cümlemizi kul kapisina baktirmasin...
ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;
"Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
"Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım."
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Öbür sorunu da sor!" buyurdu.
O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Peki öbürünü de sor!" buyurdu.
O;
"Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu.
Ve;
"Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
"Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim."
O kimse şaşırarak;
"Ağrıyor ama gösteremem." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.
Yine bana;
"Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
Mail yanlış yere giderse
Adamın biri yeni ulaştığı otele kaydını yaptırır. Odasına
girdiğinde masada bir bilgisayar görür ve karısına e-mail atmaya karar
verir.
Fakat yazdığı mesajı farkında olmadan yanlış bir adrese gönderir....
Tam bu sırada farklı bir yerde kadın, kocasının cenaze
töreninden evine yeni dönmüştür ve bilgisayarındaki maili görür,
arkadaşlarından geldiğini düşündüğü maili okuyunca olduğu yere
yığılıp kalır. Odaya giren annesi yerde yatan kızını ve ekrandaki
mesajı görür.
Kime : Sevgili karıma
Konu : Yeni ulaştım.
Tarih : 16 Mayıs 2004
Benden haber aldığına şaşıracağından eminim. Burada
bilgisayar var ve sevdiklerimize e-mail gönderebiliyoruz. Buraya yeni
ulaştım ve kaydımı yaptırdım. Her şey yarın senin buraya geleceğini
düşünülerek hazırlanmış.
Seninle buluşmayı dört gözle bekliyorum. Umarım benim gibi
sorunsuz bir yolculuk geçirirsin.
Not : Burası çok sıcak
Sevgili Eşin
Gül verenin elinde gül kokusu kalır
Uzun yıllar önce Çinde Li-Li adli bir kız evlenir ve aynı evde kocası ve kaynanası ile birlikte yaşamaya başlar. Lakin kısa bir süre sonra kayınvalidesi ile geçinmenin çok zor olduğunu anlar. Ikisinin de kişiliği tamamen farklıdır. Bu da onların sık sık kavga edip tartışmalarına yol açar. Bu, Çin geleneklerine göre hoş bir davranış değildir ve çevrede tepkiyle karşılanır.
Birkaç ay sonra bitmez tükenmez gelin - kaynana kavgalarından ev, o ve eşi için cehennem haline gelmiştir. Artık bir şeyler yapmak gerektiğine inanan genç kadın, doğru babasının eski bir arkadaşı olan baharatçıya koşar ve derdini anlatır. Yaşlı adam ona bitkilerden yaptığı bir ekstre hazırlar ve bunu 3 ay boyunca her gün azar azar kaynanası için yaptığı yemeklerin içine koymasını söyler. Zehir az az verilecek, böylece onu gelininin öldürdüğü belli olmayacaktır. Yaşlı adam genç kıza kimsenin ve eşinin şüphelenmemesi için kaynanasına çok iyi davranmasını ona en güzel yemekleri yapmasını söyler.
Sevinç içinde eve dönen Li-Li, yaşlı adamın dediklerini aynen uygular. Her gün en güzel yemekler yapıyor. Kaynanasının tabağına azar azar zehiri damlatıyordu. Kimseler şüphelenmesin diye de ona çok iyi davranıyordu. Bir süre sonra kayınvalidesi de çok değişmişti ve ona kendi kızı gibi davranıyordu. Evde artık barış rüzgarları esiyordu. Genç kadın kendisini ağır bir yük altında hissetti. Yaptıklarından pişman bir vaziyette baharatçı dükkanının yolunu tuttu ve yaşlı adama şu ana kadar kaynanasına verdiği zehirleri onun kanından temizleyecek bir iksir yapması için yalvardı. Yaşlı kadının ölmesini artık istemiyordu.
Yaşlı adam yaşlı gözlerle karşısında konuşup duran Li-Li'ye baktı ve kahkahalarla gülmeye basladı:
"Sevgili Li-Li dedi, sana verdiklerim sadece vitaminlerdi. Olsa olsa kayınvalideni sadece daha da güçlendirdin hepsi bundan ibaret. Gerçek zehir ise senin beyninde olandı. Sen ona iyi davrandıkça o da dağıldı ve yerini sevgiye bıraktı;böylece siz gerçek bir ana-kız oldunuz." dedi.
Eski bir Çin atasözü şöyle der :
"Gül verenin elinde gül kokusu kalır.
Bir dede ile torununun konuşmalarına kulak veriyoruz
Torunu, pamuk gibi bembeyaz sakallı, nur yüzlü dedesine merakla soruyor:
"Dedeciğim! Bir insanın ömrü ne kadar olur?" Dede tatlı bir gülücükle:
"Ezanla namaz arası kadar yavrucuğum." deyince torun:
"Nasıl yani, ömür bu kadar kısa mı?" der. Dede:
"Evet yavrum. ömür, namazsız ezanla, ezansız namaz arası kadardır." diye cevap verir. Torun yeniden sorar:
"Namazsız ezan ve ezansız namaz sözlerinden ne kastettiğini
anlamadım dedeciğim. Bu ne demek açıklar mısın?"
Dede şefkatle ellerinden tuttuğu torununa:
"Bak yavrum, geçenlerde komşumuzun çocuğu doğdu. O
çocuğun kulağına ezan okundu değil mi? işte o ezanın namazı kılındı mı?Kılınmadı. O ezan "Namazsız ezan"dı. insan öldüğü zaman kılınan cenaze namazının da ezanı yoktur. O da "Ezansız namaz"dır. Aslında o namazın ezanı insan doğunca okunmuştu kulağına.
"Bak ey insan! Doğdun, ama öleceksin, ömür çabuk biter, hayatını iyi değerlendir. Boşa vakit harcama!" ikazını yapıyordu o ezan. İşte yavrum öMüR, EZANLA NAMAZ ARASI KADARDIR. Sakın boşa geçirme. ömrünü dolu dolu yaşa, bir nefes bile boşluk bırakma!"
Pâdişâh ile vezîri tebdîl-i kıyâfet dolaşıyorlarmış. Dağ bayır giderken, bir çobanın kulübesine rastlamışlar.
Varıp kapısını çalmışlar. Çoban da misâfirlerini 'Kimsiniz?' demeden içeri almış.
İçerisi bir hayli soğukmuş. Sobada da yanan bir şey yokmuş. Çoban bakmış ki isâfirleri üşüyecekler,
“Bismillâh” demiş, köşedeki iskemleyi kaptığı gibi parçalamaya başlamış. Vaziyeti anlayan pâdişâh hemen
müdahale etmiş:
- Aman efendi, biz üşümüyoruz. Isınmak için iskemle yakılır mı?
Çoban pâdişâhın sözünü duyunca, bir kızmış. Gelip pâdişâhın ensesine bir tokat patlatmış.
- Bre densiz, bilmez misin ki ev sâhibinin işine karışılmaz?!
Vezir kıpkırmızı olmuş. Ama tebdil-i kıyâfet olduklarından ne pâdişâh, ne o vaziyeti idâre etmişler.
Neyse biraz oturup hoş beş etmişler. Pâdişâh çobanın ağzını aramış, ahâlinin vaziyeti hakkında epeyce
konuşturmuş. Derken iskemle yanıp bitmiş. Bunu gören çoban da, bu sefer kendi oturduğu iskemleyi kaptığı
gibi parçalamaya başlamış. Pâdişâh yine dayanamamış:
- Dur ne yapıyorsun, bâri onu yakma, diye atılmış.
Tabiî yine tokadı yemiş:
- Demedim mi size ev sâhibinin işine karışılmaz, demiş çoban.
Pâdişâh bu işe içerlermiş. “Ben de sana göstermezsem...” diye içinden bir plân kurmuş. Artık ayrılık vakti
gelip vedâlaşırlarken pâdişâh çobana ismini, yurdunu söylemiş, eline kâğıt tutuşturmuş ve “Biz de seni bekleriz
efendi” demiş.Pâdişâh sarayına dönmüş, aradan zaman geçmiş. Derken bir gün bizim çoban, yolları dolana
dolana saraya gelmiş. Pâdişâhın misâfiri olduğunu söyleyip, elindeki kâğıdı göstermiş. Hemen pâdişâha haber
vermişler. O da sarayın boğaza bakan bir balkonuna mükemmel bir sofra kurdurup, misâfirini buyur etmiş.
Çoban, vezir ve pâdişâh birlikte sofraya oturmuşlar. Çoban iştahla yemeklerden yiyormuş. Pâdişâh da biten
yemeklerin çok kıymetli gümüş, porselen tabaklarını tutup denize fırlatıyormuş. Yemek devâm ediyor, pâdişâh
boşalan tabakları atıyormuş ama çobandan hiç ses çıkmıyormuş. Sanki böyle bir âdet varmışçasına denize
giden güzelim tabaklara sesini çıkartmıyormuş.
Sonunda vezir dayanamamış ve bir aralık pâdişâh yine bir tabağı atarken “Aman pâdişâhım, bütün tabakları
denize attınız. Onlar hazînenizin çok kıymetli parçalarıydı.” demiş.
Çoban dönmüş ve vezirin ensesine bir tokat patlatmış:
- Hâlâ öğrenemedin mi vezir efendi, ev sâhibinin işine karışılmaz!
NE İŞİN VARDI CEHENNEMDE
Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı.
Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı. Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:
- Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?
- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.
- Ne işin vardı cehennemde?
- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.
- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.
Bir kral halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, bir yarışma düzenlemeye karar verdi. İsteyen bu yarışmaya katılabilecekti. Kral, 'yoldan en güzel geçecek kişi'yi belirleyeceğini de ilan etti.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti: Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar Kral'ın yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu: Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek elindeki altın kesesini uzattı:
"Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan taş ve moloz yığınını kaldırmak için durmuştum. Bu altın kesesini onun altında buldum. Bu altınlar size ait olmalı..."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
"O altınlar sana ait delikanlı."
"Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
"Evet" dedi kral. "Sen bu altınları kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü, yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir!"
Yolda, yolunuzda ilerlerken acaba engelleri çoğaltıyor muyuz geridekilere, arkadan gelen kardeşlere, yoksa bizler mi açıyoruz yolu onlara? Kurtarıyor muyuz onları engellerden? Bir çivi dahi olsa..
Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden
geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp:
- Ne yapıyorsun? diye sordu. Hizmetçi:
- Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum, dedi. Beyazıd-ı Bestamî
Hazretleri:
- Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin? dedi. Hizmetçi
hastalığının ne olduğunu sordu. Beyazıd Hazretleri:
- Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum, dedi. Hizmetçi:
- Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum, diye
cevap verdi.
Tam bu sırada tımarhane parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir
deli, (!) Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerine:
- Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri, delinin yanına sokularak:
- Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi. Deli (!) şu ilâcı tavsiye
etti:
- Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd
tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında
pişir... Akşam - sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin
hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Beyazıd Hazretleri:
- Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip
oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır.
Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir
İbretlik Bir Hikaye.
Adam, bineceği otobüsün kalkmasına bir saatten fazla süre olduğu için, otogarın yarı aydınlık koridorlarını aşındırıyordu. Ellerini yıkamak üzere biraz ilerideki lavaboya yanaştığında yanaştığında, iş tulumları giymiş bir genç ona doğru gelerek:
"Herhalde namaz kılacaksınız, dedi. Abdest alma yerimiz de mevcuttur."
Adam, elindeki sigaranın külünü delikanlının ayakları dibine silkelerken:
"Sen herhalde görevlisin. Ne iş yaparsın burada?"
"Temizlikçiyim efendim. Lavabo ve tuvaleti temizliyorum."
Adam, alaycı gözlerle delikanlıyı süzerek devam etti:
"Ben, namazı senin gibi çulsuzlara bıraktım. Bu iş size o kadar çok yakışıyor ki..."
Temizlikçi genç, adamın hakaretine aldırmayacak kadar olgundu. Fakat, namaza karşı yapılan saygısızlık canını çok sıkmıştı. Vereceği cevabı bir süre düşündükten sonra, susmayı tercih edip işine döndü.
Adam, mağrur adımlarla oradan uzaklaşırken, başının döndüğünü hissetti. Sırtından çıkartarak koluna aldığı kaşe paltonun ağırlığını dailk defa fark ediyordu. Biraz önce yediği iki porsiyon kebap, herhalde tansiyonunu yükseltmiş ve kendisini halsiz bırakmıştı. Birkaç adım daha attığında aniden fenalaşarak dizleri üzerine çöktü.
Allah'tan ki, kolundaki palto ondan önce yere düşmüştü ve yeni aldığı takım elbisenin kirlenmesini engellemişti. Adam, çömelmiş vaziyette olmasına rağmen fırıldak gibi dönen başını yere dayayarak bir müddet dinlendi ve tekrar doğrulduğunda, aynı rahatsızlığı duyarak hareketini tekrarladı. Fakat başkaları tarafından görülmüş olmaktan endişe ediyordu. Bunun için sağa sola bakındığında, terminalin çaycısı olduğu anlaşılan bir gençle burun buruna geldi. Delikanlı, adamı saygılı bir ifadeyle selamlarken:
"Allah (c.c) kabul etsin bey amca. Ama kıble biraz daha sağa doğruydu." dedi
Harun Reşid bir Ramazan günü Behlül'e tembih etti:
- Akşam namazında camiye git, namaza gelen herkesi iftara davet et.
Akşam oldu, namaz kılındı, namazdan sonra Behlül 5-10 kişilik bir grupla çıka geldi. Harun Reşid şaşırdı:
- Behlül bunlar kim? Ben sana namaza gelen herkesi saraya iftara çağır diye tembih etmedim mi? Sen o kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin..
- Efendimiz, siz bana camiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara çağır dediniz. Namazdan sonra bendeniz cami kapısında durdum, çıkan herkese hocanın namaz kıldırırken hangi sureyi okuduğunu sordum. Onu da yalnız bu getirdiğim kişiler bildi. Camiye gelen çoktu ama namaza gelen demek ki yalnız bunlarmış.
Allah-ü Teala namazlarımızı hakkı ile kılanlardan eylesin cümlemizi..Amiin..

Abdullah bin Ömer Hazretleri, Ashâb-ı Kiramın büyüklerinden olup, dört büyük halifeden Hz. Ömer’in (r.a.) oğludur.
Abdullah bin Ömer (r.a.) gençliğinde sık sık mescitte uyurdu. O sıralarda herkes rüyasını Peygamberimize (a.s.m.) anlatırdı. Bir gece garip bir rüya gördü. Önünde ateşten bir kuyu vardı. Melekler onu kuyunun yanı başına bırakmışlardı. İçinde yanan insanların sesleri duyuluyordu. İbn-i Ömer:
– Ateşten Allah’a sığınırım, diye dua ediyordu.
Yananları tanıyordu sanki... Sonra başka bir melek çıkageldi. Ona:
– Sen hiç korkma, dedi.
Bu rüyayı Peygamberimizin (a.s.m.) eşi Hafsa Validemize (r.a.) anlattı. Hafsa Validemiz de Peygamberimize (a.s.m.) aktarmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
– Abdullah bin Ömer ne iyi bir insandır! Bir de gece namazını kılsa, buyurdu.
Mesajı alan İbn-i Ömer, bundan sonra geceleri az uyumaya ve ibadet etmeye başladı.
İbni Ömer (r.a.) cemaatle namaz kılmaya o kadar çok önem verirdi ki, şayet yatsı namazını cemaatle kılamazsa gecenin tümünü ibadetle geçirirdi.
Abdullah bin Ömer’in tâdil-i erkân ile namaz kılmasına herkes hayran olurdu. Hatta Tabiînin büyüklerinden Tâvus Hazretleri:
– Onun gibi dikkatli namaz kılan birini görmedim, derdi.
İbni Ömer (r.a.) Kur’ân okurken manasına o kadar kendisini verirdi ki, hâlden hâle girerdi. Bir gün Mutaffifîn Sûresi’ni okuyordu. “O gün tüm insanlar, Âlemlerin Rabbi için kalkıp dikilirler” meâlindeki âyete gelince sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Secdeye vardı. Ondan sonra okumaya devam edemedi.
Abdullah bin Ömer, “İman edenlerin, Allah’ın zikirleriyle kalplerinin huşû içinde yumuşaması zamanı gelmedi mi?” âyetine geldiği zaman hüngür hüngür ağlardı.
Namazı Yaşayanlar/Said Demirtaş/Nesil Yayınları

Melekler Yıkadı
Eshâb-ı kirâmdan Hanzala hazretlerinin henüz yeni evlendiği günün gecesiydi. Sevgili Peygamberimiz, eshâbını toplayarak islâma saldırmak ve yok etmek için bütün savaş hazırlıklarını tamamlayan Mekkeli müşriklere karşı harp yapılması kararını vermişlerdi. Harbe katılacak sahâbiler tek tek evinden çağırıldı. Harp haberini duyuran haberci, Hanzala'nın evine uğradı. Bu karar ve resûlullah Efendimizin emri ona da ulaştı. Emri duyan Hanzala, boy abdesti alma fırsatını bulmadan Uhud'a gitmek üzere hemen sahâbenin arkasından koşmaya başladı ve eshâbının arasına katıldı.
Harp sona erince Müslümanlar Medine'ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olup, gece yarısı sevgili peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen hazreti Hanzala'nın dul hanımı da vardı.Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor, fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili peygamberimiz (a.s) cevaplıyordu. En son olarak soru sorma sırası, şehit olan Hanzala'nın hanımına gelmişti. Resûlullah Efendimize yaklaşarak:
- Ey! Allahın Resûlu! Hanzala nerede?
Sevgili peygamberimiz cevabında:
-''Hanzala şehit oldu'', buyurdu.
Bunun üzerine Hanzala'nın hanımı:
-Yâ Resûlullah, şu anda söyleceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki, kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Kocam Hanzala, sizin mübârek emrinize uyarak boy abdestini alamadan harbe katıldı. Bildiğiniz gibi şehit oldu. Bu sebeple, emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar, dedi.
Bunun üzerine sevgili peygamberimiz yarı hüzünlü bir şekilde:
-Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala'yı rahmet suları ile melekler tarafından yıkanırken gördüm, buyurdu.
Bunun üzerine bütün sahâbiler Uhud yolunu tuttu ve herkes Hanzala'yı aramaya başladı. Daha sonra sahâbiler Hanzala'nın henüz vücûdu kurumamış ve ıslak bir şekilde buldular. Sevgili peygamberimizin müjdesini bizzat gözleriyle gördüler.
Bunun için O'na ''Gasilül- melâike'' yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala'' denir. Bu evlilikten Eshâbın büyüklerinden hazret-i Abdullah dünyaya geldi.
Hz.Ali bir gün ,mescide geldi.Mescidin kapısında bir adam duruyordu.
Hz.Ali, bu adamdan, kendisi mescidden çıkana kadar bineğini beklemesini istedi.
Hz.Ali mescide girdikten sonra, adam hayvanın yularını alıp kaçtı.
Hayvanı ortada başıboş bırakı verdi.Hz.Ali mescidden çıkarken elinde iki dirhem para vardı;
adamı yaptığı yardımdan dolayı ödüllendirmek istiyordu.fakat bir de ne görsün:
Hayvancağız tek başına, hemde yuları'da çalınmış olarak kapıda bekliyor.
Yapacak birşey yoktu.Hz.Ali evine döndü.
Daha sonra, yanında çalışan çocuğu yeni bir yular alması için çarşıya gönderdi.
Çocuk, iki dirheme bir yular aldı.Hz.Ali yuları görünce şaşırdı.Bu yular, çalınan yular değilmiydi?
Hırsız onu çocuğa iki dirheme satmıştı.Bunu gören Hz.Ali, şöyle dedi:
''İNSAN, SABRETMEMEKLE SADECE,HELEL OLAN RIZKINI HARAMA ÇEVİRİR.
ASLA, KENDİSİNE TAKDİR EDİLEN RIZKI ARTTIRAMAZ.''
Bir Hadis
Hz. Enes´den: "Üç şey, ölen kişinin ardından gider: Ailesi, malı ve ameli... Ailesi ve malı ölü kabre konduktan sonra geri döner. Ameli ise, ölen kişiyle birlikte kalır."
[(Buhari - 6514; Müslim - 2960) ]
Bir Hadis
Allah birinizin gelir kaynağını bir işe bağlamışsa, geçimini sağlamakta zorlanmadıkça, kişi o kazanç kapısını terketmesin.
[Hadis (İbn-i Mace).]
Bir Hadis
"Dört şey sende olduğu müddetçe, dünyadaki kayıplarından sana hiçbir zarar gelmez. O 4 şey de şunlardır: - Emaneti korumak, - Doğruyu konuşmak, - Güzel huyluluk - Helal lokma yemek..."
[(Ahmed bin Hanbel, İbn-i Ebiddünya, Taberani, Beyhaki) ]
Bir Hadis
"Kim, 3 tane kız çocuğunu yetiştirir, güzelce terbiyesini verir, evlendirir ve onlara iyilikte de bulunursa, onun için cennet vardır."
[ Ebu Davud,Edeb,130 ]
Hâtem-i Zâhid (k.s.)hazretleri Âsım İbn-i Yûsuf hazretlerinin yanına geldiğinde Âsım (kuddise sırruh) ona sordu:
-Ey Hâtem namaz kılmayı güzel becerebiliyor musun?
O da 'Evet'deyince, Âsım (k.s.):
-Peki, nasıl kılıyorsun? diye sordu. Hâtem-i Zâhid hazretleri başladı anlatmaya:
-Namaz vakti yaklaştığında abdestimi sünnet üzere tazeliyorum ve namaz kılacağım yere dikiliyorum. Tâ ki her uzvum yerleşiyor.
Sonra Kâbe'yi iki kaşımın arasında, Makâm-ı İbrahimi göğsümün hizasında, Allah Teâlâ'yı mekândan münezzeh (pâk ve uzak) olduğu halde başımda hâzır ve kalbimdeki her şeyi bilir halde görüyorum.
Sanki ayağım sırat köprüsünün üzerinde; cennet sağımda, cehennem solumda, ölüm meleğini de arkamda hissediyorum ve kılacağım namazın son namazım olduğunu düşünüyorum.
Sonra ihsan ile (Mevlâ'yı görür gibi) iftitah tekbirini tekbirini alıyorum, tefekkürle okuyorum, tevâzû ile rükûa eğiliyorum, tazarrû ile secdeye kapanıyorum.
Sonra tamamıyla oturuyor, ümitle teşehhütte bulunuyor ve sünnet üzere selâm veriyorum.
Sonra da o namazı ihlâsa teslim ediyor, korkuyla ümit arasında kalkıyorum ve bu hâl üzere sabra devam ediyorum.
Bunu duyan Âsam hazretleri:
-Ey Hâtem!Senin namazın böylemi? diye sordu. O da:
- Evet otuz senedir böyle namaz kılıyorum! deyince Âsım hazretleri ağlayarak şunları söyledi:
-Ben daha bu zamana kadar hiç böyle bir namaz kılamadım!
Bir Hadis
Ebu Hureyre´den: "Kişi arkadaşının dini (ahlak ve gidişatı) üzeredir. Öyleyse, herbiriniz, kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."
[(Ebu Davud/Edeb 19; Zühd/45) ]
HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR (MI)
Dönemin alimlerinden Behlül Dana Hazretleri, yaşadığı muhitte insanlara iyiliği tavsiye eder, kötülüklerden alıkoymaya çalışırdı. Bu o nun yaşam biçimiydi. Öyle ki gördüğü her yanlışı, yanlışı yapana söyler, doğruyu yapması için ikaz ederdi.
Behlül Dana Hazretlerinin bu ikaz ve uyarılarından bıkan halk soluğu, dönemin emiri Harun er Reşid’ in yanında alıp; “Behlül’ ün kendilerini çok sıktığını, her şeylerine karıştığını, oysa her koyunun kendi bacağından asılacağını söylerler.” Halife Harun er Reşid, Behlül Dana Hazretlerini çağırtıp kendisini uyarır ve her koyunun kendi bacağından asılacağını, herkesin kendi cezasını çekeceğini söyler.
Behlül Dana Hazretleri, Halifeye itiraz etmeden ayrılır ve doğruca bir koyun satın almaya gider. Koyunu satın alır almaz eve dönüp koyunu keser ve karnı yarık koyunu evinin avlusuna asar. Bir , üç, beş gün derken koyun iyice kokmaya başlar. Neredeyse insanlar evlerine giremez olur. Halk yeniden Halifenin yanına gidip Behlül Dana Hazretlerini şikayet eder. Harun er Reşid, Behlül Dana Hazretleri tekrar çağırtıp; “Ya Behlül bu nedir, ne yapıyorsun?” Diye sorunca Behlül Dana Hazretleri gayet sakin;
- Ey Halife siz her koyun kendi bacağından asılır demediniz mi ? ben de koyunu kendi bacağından kendi evimde astım. Şayet halk bu koyunun kokusundan rahatsız oluyorsa, bende halkın günah işlemesinden rahatsız oluyorum” diye cevap verir.
Her koyun kendi bacağından asılır diyenler bir daha düşünmeli. Elbette ki birey önce kendinden sorumludur. Ama takiben ailesinden, içinde bulunduğu topluluktan , milletinden , devletinden, komşu ülkelerden ve nitekim birey tüm dünyadan da sorumludur.
Bana ne-cilik... Bana dokunmayan yılan bin yaşasın ... Herkes kendinden sorumludur vb. anlayışlar sübjektif, bencil ve oldukça dar bir bakışın neticesidir.
Kendimizi bu hastalıktan korumak için iyi bir reçeteyle yola çıkmalı ve ilaçları vaktinde kullanmalıyız. Haksızlık varsa, zalim babamızsa bile bizler haklının , mazlumun yanında olup elimizden geleni yapmalı, susup dilsiz şeytanlardan olmamalıyız.
Bilmeliyiz ki zengin ve güçlülere karşı olmayan adalet, zillet getirir. Sonra bu zilletten herkes nasibini alır, kaldı ki bu nasip dünya hayatıyla bitmeyip ateşle devam eder...
“Peygamber Efendimiz’ in (a.s.) kendinden öncekilerin adaleti yalnızca fakir ve güçsüzlere uyguladıkları, zengin ve güçlülerse uygulamadıkları için helak olduklarını”... söylediğini unutmamalı ve yaptıklarımızı neden yaptığımızı yapmamız gerekip yapmadıklarımızı ise neden yapmadığımızı vicdanımıza sorup vicdanımızın gösterdiği istikamete doğru yol almalıyız.
Selam ve Duâ ile
...Diyelim başınıza istemediğiniz bir olay geldi.
.......Yıkık, perişansınız.
............ Kimse ile görüşmek istemiyorsunuz.
Çoğunluk size küsmüş gibi. Yalnızsınız.
.....Herkes benden uzak, herkes bana kırgın
.......düşüncesi içinde çöküntü yaşıyorsunuz.
............Yalnızlığınızın karanlık mağarasına.........
şu ayet bir güneş gibi doğuyor:
"Rabbin sana ne darıldı, ne de seni bıraktı" (Duha-3)
.......Kim kırılırsa kırılsın, kim darılırsa darılsın,
..................kim terk ederse etsin.............
.....Rabbim terk etmiyor,
.................. kırılmıyor ya, ne gam! ..
.
..............Bu ne büyük ferahlık değil mi? ..
Başınızda ağır bir dert var.. ....
Sanki hiç bitmeyecek gibi geliyor... ...
......Sanki bu sorun hayatınızın sonunu hazırlıyor gibi.
................İşte o an ayet yetişiyor imdada:
"Demek ki, zorluğun yanında bir kolaylık mutlaka var!
Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var! " (İnşirah-5/6)
......................Garantiyi veren Allah!... ..
......Hem de ne garanti,
her zorlukla beraber bir de kolaylık geleceği
mutlaka ifadesi ile pekiştirilip ikna olalım
diye iki kere tekrarlanıyor.
Ayet;
kolaylığın zorluk içinde saklı olduğunu,
çözümün sorunda gizli olduğunu da fısıldıyor.
Bu manayı duymuş olan Niyazi Mısri(k.s) şöyle demiş:
......."Derman aradım derdime,
..... derdim bana derman imiş"
Maddi sıkıntınız hat safhada....
Yoksul düştüğünüzü hissediyorsunuz. ...
.......İflas ettiniz..
.....Sıfırı tükettiniz yani.
Nasıl ayağa kalkarım düşüncesi içinde
boğulurken.....
.................. ayet size yeni bir ümit veriyor:
"Eğer yoksulluktan korkarsanız,
dilerse lütfuyla sizi zengin kılar..
Şüphesiz hakkıyla bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe-28 )
...Bir yakınınız ölümcül hastalıkla yatağa düştü.
...Doktorlar fazlaca ümit vermiyorlar.
...Çoğu kere Onu nasıl teselli edeceğinizi
dahi bilemiyorsunuz.
....Gerçek ortada iken moral vermeye çalışmak
sanki sahte davranmak gibi geliyor size.
....Ciddi bir delil olmalı ki hastanıza
siz de inanarak moral verebilesiniz.
Eyyub Nebi var Kur'an'da...
Hastalıkların, dertlerin en ağırına müptela olmuş....
........................................... ama sıhhate kavuşmuş.
Onun hali size dayanak oluyor:
"Kulumuz Eyyub' da, o zaman Rabbine şöyle nida etmişti:
Bak bana, meşekkat ve acı ile şeytan dokundu!
Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir misli daha
tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki,
temiz akıllılar için bir ibret olsun. (Sad-41/43)
.....Ama yine de bazı şeyleri yediremiyorsunuz kendinize.
.................................................. ...Bir tutamak arıyorsunuz.
............... Ayet el veriyor size:
"Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız;
oysa o, hakkınızda hayırlıdır.
Olur ki, siz bir şeyi seversiniz;
ama o, sizin hakkınızda bir fenalıktır.
Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara-216)
Rabbimiz , Rasülümüz Muhammed (s.a.v.)
Kitabımız Kur'an, Yolumuz Sırat-ı Müstakim! ..
..........Bizden bahtiyarı yok dünyada!
.............Her ne olursa olsun,
..............ne yaşanırsa yaşansın zafer ve
.................................................. ......... başarı bizim.
............Bunu da kafadan söylemiyoruz,
...................Kur'an konuşuyor.
Bir Hadis
Ebu Hureyre´den: "Ameller Pazartesi ve Perşembe günleri Allah´a sunulur. Ben, amelim Allah´a sunulurken oruçlu olmayı istiyorum."
[(Tirmizi/Savm 44) ]
Hz. Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Bir anne kızına şöyle diyordu;
- Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!
- Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?
- Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nerden haberi olacak, o şimdi yatağında yatıyor.
- Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Her şeyi bilen, gören ve her şeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat her şeyi bilen ve gören Allah’tan nasıl gizlersin?
Hz. Ömer, bu kızın güzel ahlakına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Asım ile evlendirdi. Asım’ın bu kadından bir kızı oldu. Bu kızdan da âdil halifelerden Ömer bin Abdülaziz hazretleri doğdu.
Rasûl-i Ekrem Efendimizin üçü erkek Kasım, Abdullah, İbrahim dördü kız olmak üzere yedi çocuğu doğmuştur. Bunlar doğuş sırasıyle (Kasım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Külsûm, Fâtıme, Abdullah, İbrahim) isimlerini taşımışlardı. Bu yedi çocuğun altısı Hazreti Hadîceden, yedincisi Mısırlı Hazreti Mâriyeden idi.
İbni İshak, Peygamberimizin (Tâhir) ile (Tayyib) adında iki evlâdı daha olduğunu söylemekte ise de bunların Abdullah'ın sıfatları olduğu bildirilmiştir.
1) Kasım:
Rasûl-i Ekremin ilk çocuğu Kasım idi. Bu sebepten künyesi: Ebül-Kasım (Kasımın babası) oldu. Hazreti Peygamber, Ebûl-Kasım adiyle çağırılmasın-dan hoşlanırdı. Ashab da kendisini bu isimle çağırırlardı. İbni Sa'de göre, Kasım iki sene yaşadı. Mekkede vefat etti. Rasûl-i Ekremin çocukları içinde ilk ölen: Kasım oldu.
2) Zeyheb:
Peygamberimizin en büyük kızıydı. Kasımdan sonra doğmuştu. Zeyneb doğduğu zaman, Rasûl-i Ekrem otuz yaşındaydı. Mekke'de doğmuş olan Zeyneb, Hicretin sekizinci senesi Medine'de vefat eyledi. Otuz yaşında bulunuyordu.
Zeyneb, önce, teyzesinin oğlu Ebûl'as ile evlenmişti. Ebûl as bidayette müşriklerden ayrılmadığı için, "Bedr" gazvesinde müslümanların eline esir düşmüş, kurtulunca, Zeynebi Medine'ye göndereceğine söz vermişti. Rasûl-i Ekrem, ailesini getirmek için, "Harise oğlu Zeyd"i göndermişti. Zeynebi Medine'ye götüren Zeyd oldu. Zeyneb Medine'ye gitti ve fakat zevci Ebûl'as Mekke'de kaldı.
Ebûl'as, bir seriyye esnasında yine müslümanların eline esir düştü ve fakat Hazreti Zeyneb'in himayesi sayesinde serbest bırakıldı.
Ebûl'as, ikinci defa esirlikten kurtulunca, Mekke'ye gitti. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra, müslümanlığı kabul etti. Medine'ye hicret eyledi. Müslüman olduğu için nikâhları yenilendi. Ebûl'as, Hazreti Zeynebe iyi muamele ederdi. Bu yüzden, Rasûl-i Ekremin takdirini kazandı. Zeyneb, kocasına tekrar kavuştuktan sonra çok yaşayamadı. Vefatında, cenazesi "Ümmü Eymen" ile "Hazreti Sevde" tarafından yıkandı. Namazını Rasûl-i Ekrem kıldı. Mezarına Ebûl'as indirdi.
3) Rukayye:
Rasûl-i Ekremin ikinci kızıydı. Doğduğu zaman Hazreti Peygamber Efendimiz, otuzüç yaşında bulunuyordu. Rukayye babasının Peygamberliğinden önce, Ebûlehebin oğlu, Utbe ile nişanlanmıştı. Rasûl-i Ekrem, halkı İslama dâvete başlayınca Ebû leheb, oğlunu çağırdı:
- "Oğlum! Muhammed'in kızından ayrılmıyacak olursan, ben senden ayrılırım." dedi. Utbe de babası Ebûlehebin teşvikiyle "Rukayye"yi bıraktı. O zaman Rukayye, Hazreti Osman ile evlendi. Habeşistana göç eden ilk kafileye Hazreti Osman, zevcesi Hazreti Rukayye ile birlikte katılmışlardı. Hazreti Osman, Habeşistandan Mekke'ye dönmüş, oradan da Medine'ye hicret etmişti. Rukayye, Bedr gazası günlerinde hastalanmış, bu yüzden Hazreti Osman, Bedr muharebesinde bulunamamış, hattâ zevcesi başında kaldığı için, mazeretliler arasına konulmuştu.
Bedr gazası zaferini Harise oğlu Zeyd, Medineye ulaştırdığı gün, Hazreti Rukayye vefat etmişti. Rasûl-i Ekrem de, Bedr savaşı yüzünden, kızı Rukayyenin cenazesinde bulunamamıştı.
4) Ümmü Külsüm:
İslâmiyet gelmeden önce doğdu. Annesi hazret-i Hadîce’dir. Ümmü Gülsüm İslâmiyet gelmeden önce Ebû Leheb’in ikinci oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. İslâmiyet gelince Ebû Leheb îmân etmedi ve İslâmiyetin çok azgın bir düşmanı oldu. Onun hakkında (Tebbet) sûresi nâzil olunca oğluna Ümmü Gülsüm’den ayrılmasını söyledi. O da babasını dinliyerek ayrıldı.
Bedr gazasının sonunda, Hazreti Rukayyenin ölümünden bir yıl sonra, Hicretin üçüncü yılı, Hazreti Osmanla evlendi.
Buhârînin bildirdiğine göre, Hafsa dul kalınca, Hazreti Ömer, Osman'a müracaat ettiği zaman, Hazreti Osman tereddüt etmişti. O zaman Rasûl-i Ekrem, Ömere:
- "Ben sana Osman'dan, Osman'a da senden daha iyi bir adam bulacağım. Kızını bana ver, ben de kızımı Osman'a vereyim."
demişti .
Hazreti Osmanla evlenen Ümmü Külsûm, onunla altı yıl beraber yaşadı. Hicretin dokuzuncu senesi vefat etti. Cenaze namazı Rasûl-i Ekrem tarafından kılındı. Hazreti Ali Hazreti Fadl ve Hazreti Üsâme tarafından gömüldü.
Hazreti Osman, Rasûl-i Ekremin iki kızı: Rukayye ve Ümmü Külsûm ile evlendiği için, "İki nur sahibi" mânâsına "Zinnûreyn" sıfatını kazanmıştı:
5) Fâtıme:
Rasûl-i Ekremin en küçük ve fakat en sevgili kızıydı. İlâhî vahiy ilk geldiği zaman, Mekke'de doğdu. Hicretin ikinci senesi Medinede Hazreti Ali ile evlendi. Evlendikleri zaman Hazreti Fâtıme 15, Hazreti Ali 24 yaşındaydı. Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtıme için, yatak çarşafı, iki değirmen, bir su tulumu hazırlamış, Hazreti Fâtıme, değirmenlerle su tulumunu, bütün ömrü boyunca kullanmıştı.
Rasûl-i Ekrem Hazreti Ali ile Hazreti Fâtımenin iyi geçinmesini ister, aralarında ihtilâf çıkarsa, onları barıştırırdı. Bir gün Ali, Fâtımeye şiddetli bir muamelede bulunmuş, Fâtıme de Rasûl-i Ekreme başvurarak Ali'yi şikâyet eylemişti. Fâtımeden sonra, Ali gelmiş, o da Fâtıme'yi şikâyette bulunmuş, fakat Rasûl-i Ekrem ikisin de barıştırmıştı.
Bir defa da, Hazreti Ali ikinci bir zevce almaya kalkmış, bunu haber alan Rasûl-i Ekrem çok üzülmüş bir hutbesinde;
- Benim kızım benim ciğerparemdir. Kızımı kederlendiren her şey, beni de kederlendirir" demiş, bunun üzerine Hazreti Ali teşebbüsünden vazgeçmiş, Hazreti Fâtımenin sağlığında başka bir kadınla evlenmemişti:
Hazreti Fâtıme, Hicretin 11 inci senesi, babasından altı ay sonra vefat eyledi. Rasûl-i Ekrem Efendimizin irtihalinde kızı yirmibeş yaşındaydı.
Rasûl-i Ekrem, kızı Fâtımeyi çok severdi. Hastalığı sırasında onu yanına çağırdı. Kulağına fısıldadı. O zaman Fâtıme ağladı. Sonra yine fısıldadı. Bu sefer, Fâtımenin yüzü güldü. Hazreti Âişe sordu. Hazreti Fâtıme de:
- "Önce, Rasûl-i Ekrem, hastalığı sonunda öleceğini söyledi: Ağladım. Sonra, ailesi içinde kendisine ilk kavuşacak olanın ben olduğumu haber verdi: O zaman da sevindim."' diye cevap vermişti:
Rasûl-i Ekrem Efendimizin soyunu yaşatan Hazreti Fâtıme oldu. Fâtımenin beş çocuğu oldu: Hasen, Hüseyn, Muhsin, Ümmü Külsûm, Zeyneb isimlerinde idi. Bunlardan Muhsin, küçükken vefat etmişti.
6) Abdullah:
Hicretten önce, onbirinci senesi Mekke'de doğdu: Üç ay yaşadı. Küçükken öldü. "Tâhir ve Tayyeb" Abdullahın diğer isimleriydi.
7) İbrahim:
Rasûl-i Ekremin en küçük çocuğu ve en küçük oğluydu. Hicretin sekizinci senesi Medine'de doğdu. İbn İshaka göre, Resûl-i Ekremin İbrahimden başka bütün çocukları, Peygamberlikten önce doğmuşlardı. İbrahim, Mısırlı Hazreti Mâriyeden dünyaya gelmiş, Hazreti Âişenin rivayetine göre, onyedi veya onsekiz aylıkken vefat etmişti.
Rasûl-i Ekrem, İbrahimin doğumundan çok memnun olmuş, yedinci günü bir ziyafet vermiş, fukaraya sadaka dağıtmış, oğluna Hazreti İbrahimin adını takmıştı. Çünkü:
Rasûl-i Ekremin Hazreti Hadîceden doğmuş olan erkek çocukları küçük yaşlarındayken ölmüşlerdi. Diğer zevcelerinden de evlâdı olmamıştı.
Ebû Rafiın zevcesi Selmâ, yeni doğan İbrahime sütannelik yapmıştı. Buhârî, "Ümmü Seyf'in ibrahimi emzirdiğini bildirmektedir. Rasûl-i Ekrem, sütanneye uğrar, İbrahimi görür, okşar ve öperdi.
İbrahim, Ümmü Seyfin evinde öldü. Hazreti Peygamber, çocuğunun hastalığını duyunca, Avfoğlu Abdurrahmân ile onun yanına gitmiş, İbrahimin ölüm pençesinde kıvrandığını görünce, dayanamamış ağlamıştı. Abdurrahmân:
- "Yâ Resûlallah! Ne yapıyorsunuz," deyince, Rasûl-i Ekrem:
- "Şefkat duygularım galeyana geldi. " buyurmuştu.
Rasûl-i Ekrem, oğlunun cenaze namazını kılmış, Abbâs oğlu Fadl, Zeyd oğlu Üsâme, Maz'un oğlu Osman, İbrahimi mezarına indirmişti.Beki' meza lığına gömüldü.
İbrahim öldüğü zaman güneş tutulmuştu. Halk, güneş de mateme katıldı, deyince Rasûl-i Ekrem:
- "Güneş ile ay, Allahın âyetlerindendir. Bir fânînin ölümü yüzünden tutulmazlar!" diye hitapta bulunarak, müslümanları böyle yanlış anlayışlardan uzaklaştırmışlardı.
Selam ve dua ile...
Vefat Eden Anne Babalarımız İçin Neler Yapabiliriz? |
Hayırlı evlat anne ve babanın amel defterini açık tutacak
önemli bir manevi kazanç kapısıdır.
Okuduğu her sure, getirdiği her salavat ve ettiği her dua,
o niyet etmese de anne ve babasının amel defterine anında kaydedilir.
Evlatların üstlerinde bazı önemli vazifeler vardır :
- Anne ve babalarının dine uygun vasiyetlerini yerine getirmek,
Onlar için bol bol istiğfar etmek,
- Namazlardan sonra duâ edip sevaplarını onların rûhlarına hediye etmek,
Tuttuğumuz oruçların, kıldığımız namazların, verdiğimiz sadakaların, sevaplarını onlara da bağışlamak..
- Varsa kalan borçlarını ödemek,
- Kabirlerini ziyâret edip Kur’ân-ı Kerîm okumak,
- Onlar için Hatimler okumak,
- Ramazan’da ve sair vakitlerde, sevâbı onlara olmak üzere sadaka vermek,
- Ana-babanın sevdiği yemeği ya da bir hayır yapıp, fakirlere dağıtıp rûhlarını şâd etmek, sevabını onlara bağışlamak.
- Özetle; vefat etmiş olan anne ve babamız için her türlü ibadetin sevabı bağışlanabilir. Kuranı Kerim okuyup sevabını onlara bağışlayabilir ve onların adına sadaka verebiliriz.
-
"Hem nasıl ki, bir lamba yansa, mukabilindeki binler aynaya, her birine tam bir lâmba olur. Aynen öyle de, Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yâsin-i Şerif düşer.(Şualar, s.576)
Zaten kabirdeki yakınlarımız devamlı surette bizden yardım beklemektedir. Bizden gelecek bir dua, bir Fatiha, bir İhlâsla nefes alabileceklerini bilmektedir. Çünkü kabir o kadar çetin şartlarla iç içedir ki, en küçük bir mânevî yardım dahi onun ruhunu serinletecektir.
Bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:
"Ölen kimse kabrinin içinde boğulmak üzere olup da imdat isteyen kimse gibidir. Babasından yahut kardeşinden veya dostundan kendisine ulaşacak duayı beklemektedir. Nihayet dua kendisine ulaştığında bu duanın sevabı ona dünya ve dünyada bulunan her şeyden daha kıymetli olur. Muhakkak ki, hayatta olanların ölüler için hediyeleri dua ve istiğfardır.(Mişkatü’l- Mesabih, 1:723)
|
Günlük hayatta karşılaştığımız, Evelallah, Eyvallah, Fesübhanallah, Neuzübillah, Hasbünallah, Maazallah, Maşaallah, Hay Allah, İnşaallah kelimelerinin anlamları nelerdir? |
Evelallah: "Önce Allah, Allah'ın izniyle" manasına gelir.
Eyvallah: "Hakla kabul ettik, haktandır" manasına gelir.
Fesübhanallah: Allah her türlü noksandan münezzehdir.
Neuzübillah: Allah'a sığınırız.
Hasbünallah: Allah bize yeter.
Maazallah: Her türlü kötülüklerden Cenab-ı Allah`a sığınmayı ifade etmek için kullanılan bir terkip.
Maşaallah: Allah'ın dilediği şey veya Allah'ın dilemesi" demektir.
Hay Allah: Hay : f. Eyvah! Vay!, Hay allah: Vay Allah'ım, Allah'tan yardım dileme.
İnşaallah: Allah dilerse manasına gelen "inşallah" kavramı "maşallah" lâfzından mana yönüyle farklılık arzeder. İnşAllah” kelimesi Türkçe’de, “eğer Allah dilerse” anlamına gelir. Bu yüzden gelecekle ilgili bir dilek ya da niyet belirtecek olduğumuzda, mutlaka “inşaAllah” deriz. Çünkü geleceği ancak Allah bilir ve herşeyi dilediği gibi yaratır. Allah’ın dilemesi dışında hiçbir şey olmaz.
|
Bu gibi ifadeler genel itibarıyla dua ve Allah'a sığınma manaları ifade ettiğinden bunları kullanmanın dinen sakıncası olmaz. Ancak manalarının bilinerek kullanılması uygun olur.
|
ÇOCUKLAR VE BABALAR
6 Yaşında : "Babam her şeyi biliyor..."
15 Yaşında : "Ben de babam kadar biliyorum..."
20 Yaşında : "Babam hiçbir şey bilmiyor..."
30 Yaşında : "Ne de olsa babam o da bazı şeyler biliyor…"
40 Yaşında : "Babamın fikrini sorsam fena olmayacak..."
60 Yaşında : "Babam, çok şey biliyormuş. Ah, hayatta olsaydı da babama danışabilseydim..."
1.Nisan şakasının perde arkası
1 Nisanın tarihçesi;
15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle, kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.
En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil 'Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım' der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.
Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar 'Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı 'Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve bütün Müslümanlar orada Şehit edilir.
İşte o gün bugündür 1 Nisan hiristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadır.
Maalesef hiristiyanları taklit etmeyi modernleşme sanan gafil Müslümanlar arasında da yaygınlaşmış,yüzlerce, binlerce müslümanın katliam günü olan 1 Nisan'lar, bir şakagünü olarak kutlanmaktadır.
Kuranla konuşan kadın
Tebe-i Tâbiîn neslinden Abdullah ibn Mübarek hazretleri anlatıyor:
Hacca gidiyordum. Irak-Suriye topraklarından geçerken yalnız bir
kadına rastladım. Selâm verdim; selâmımı "Söz olarak Rahîm bir Rabden
selâm sözüdür onların duyacağı" (Yâ-Sîn: 58) âyetiyle aldı.
"Buralarda ne yapıyorsun?" diye sordum. "Allah kimi yoldan çıkarmışsa,
ona yol bulduracak yoktur" (A'râf: 186) âyetini okudu. Anladım ki,
yolunu kaybetmiş.
Nereye gittiği soruma "Bir gece kulunu Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-
i Aksâ'ya götüren Allah'ı tesbih ederim" (İsrâ: 1) âyetiyle karşılık
verdi. Anladım ki, geçtiğimiz hacc mevsiminde haccını tamamlamış,
Kudüs'e gidiyor.
"Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?" dedim. "Tam üç gece (yani
üç gündür)" (Meryem: 10) dedi.
Yiyecek verme teklifinde bulundum. "Sonra orucunuzu gün batıncaya
kadar tamamlayın" (Bakara: 187) âyetini okudu.
"İyi de Ramazan'da değiliz" dedim. "Kim Allah için nafile bir hayır
yaparsa, Allah her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla
bilendir" (Bakara: 158) âyetiyle cevap verdi.
"Yolculukta oruç açılabilir" dedim. "Ama orucu tutarsanız, bu
hakkınızda daha hayırlıdır" (Bakara: 184) âyetini okudu.
Niye benim gibi konuşmadığını sordum. "Ağzından tek bir söz bile
çıkmasın ki, yanında onu gözleyen ve o sözü kaydetmeye hazır bir gözcü
bulunmamış olsun" (Qâf: 18) dedi.
"Kimlerdensin?" diye sordum. "Bu konuda bilgin yok (ailemi söylesem de
tanımazsın). Sonra göz de, kalb de (görmeden, kesin bilgiye dayalı
olmadan verdiğin her hükümden) sorumludur" (İsrâ: 36) âyetiyle cevap
verdi.
"Hata ettim, hakkını helâl et!" dedim. "Bugün size kınama yok. Allah,
sizi bağışlasın" (Yusuf: 92) dedi.
Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum. "Hayır adına
ne işlerseniz Allah onu bilir" (Bakara: 215) âyetiyle mukabele etti.
Devemi yanına getirdim. Binecekken, "Mü'min erkeklere söyle,
bakışlarını sakınsınlar" (Nûr: 30) âyetini okudu.
Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az
yırtıldı. "Başınıza musibet olarak ne gelirse, bu bizzat işleyip, onu
hak etmeniz sebebiyledir" (Şûrâ: 30) âyetini mırıldandı.
"Sabret, deveyi bağlayayım!" dedim. "Bu hususta Süleyman'ı anlayışlı
ve daha isabetli davranır kıldık" (Enbiyâ: 79) âyetini okuyarak,
devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti.
Deveye bindi ve "Bunu bize baş eğdiren Allah'ı tesbih ederim; yoksa
bunu biz başaramazdık. Ve sonunda şüphesiz Rabbimize
döneceğiz!" (Zuhruf: 13-14) âyetlerini okudu.
"Haydi!" diye deveyi hızlandırdım. "Yürüyüşünde (ve davranışlarında)
vakur ol ve sesini yükseltme. Seslerin en çirkini, (bağıran) eşeğin
sesidir!" (Lokman: 19) mukabelesinde bulundu.
Yürürken şiir okumaya başladım. "Kur'an'dan kolayınıza geleni
okuyun!" (Müzzemmil: 20) dedi.
"Şiir okumak haram değil ki!" dedim. "Bu hususu ancak gerçek idrak ve
basiret sahipleri düşünüp anlar!" (Bakara: 269) cevabını verdi.
Bir süre gittik; sonra evli olup olmadığını sordum. "Ey iman edenler!
Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden sormayın!" (Mâide: 101)
âyetini okudu.
Derken kafilesine ulaştık ve "Kafile içinde kimsen var mı?" dedim.
"Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür!" (Kehf: 46) dedi.
Anladım ki, evlâdı var. İsimlerini sordum. "Allah İbrahim'i dost
edindi; Allah Musa ile konuştu; Ey Yahya, Kitab'a kuvvetle
tutun!" (Nisâ: 125, 164; Meryem: 12) âyetlerini okudu.
"Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa!" diye kafileye seslendim. Nur yüzlü üç
genç "Buyur!" diye çıkageldi. Onlara para verip, "Bununla içinizden
birini şehre yollayın! Yemeklerin helâl ve temiz olanına baksın ve
size bir yiyecek getirsin. Dikkatli davransın!" (Kehf: 19) dedi.
Yiyecek gelince bana, "Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın
karşılığında şimdi afiyetle yiyip için!" (Hâqqa: 24) dedi.
Çocuklara, "Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten
yemem!" dedim. "Annemiz" dediler,
"Ağzından Cenab-ı Allah'ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar
korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kur'an'la konuşur."
İbn Mübarek, bu hadiseyi Kur'an'da her şeyin bulunduğuna delil olarak
anlatırdı
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|